Reklam
Bugun...
Reklam
Advert
Seçim Promosyonu “Cennet”


Yakup HALICI Bugün Pazartesi
unyevizyongazetesi@gmail.com
 
 

Eskiden,
Çocuk sokakta edebe aykırı davrandığında… “Kabahat senin değil, seni sokağa salanda.” Denirdi.
Dolayısıyla,
Mülkün ne suçu var? Kabahat mülkün sahibinde…
Ya sokağa ne demeli?
Hani eskilerin deyimi ile “Leylek bile ölçüp yutar.”
Ne edep kaldı ne de adap. İsteyen istediği gibi cakasını satıyor. İşin en kötü yanı; Edep tanımayan ağalar da bunun üzerinden nemalanıyor.
Lakin…
Ne ağalarında ne de marabalarında var kabahat. Kabahat… Onları bu topraklara serpiştirip başımıza dert edenlerde…
Ondan da öte,
Bu toprağı kıraç koyanlarda…
Toprak kıraç olunca… Ha ısırgan otu ekmişsin ha yivdin. Hiç fark etmez.
Kim bilir? Belki de insanın mayasında var bunlar.
On ikinciyi kaybeder, sonra da kendini onun vekili kılar. Yetmez… Onun üzerinden toplumu hizaya getirir. Onunla kalsa yine iyi; Bodoslama rakibine saldırtır… Peşine de Cennet biletini kestirir.
Neden mi bahsediyorum? Mezhepler tarihine bakınız.
Nedense,
“Kurtarmak” dediğimizde… Daha doğrusu “kurtarıcı” lafını duyduğumuzda akan sularımız duruyor. İlla bir kurtarıcıya rampa edeceğiz.
Yontuyoruz… Şekil veriyoruz. Sonra da bizi kurtar diye yalvarıyoruz. Belki de kurtulmanın zahmetsiz, kolay tarafı. İki eyyam, iki salâvat gelsin nemalanmalar.
Sonra,
Yontmanın sonucu ne oluyorsa o oluyor… Değil mi? Yontulsak yine iyi… Daha beteri oluyor. Aklımız başımıza geldiğinde de merhem olsun diye başka bir yontucudan medet umuyoruz.
Bu işte doğuştan sakatlık var gibi geliyor bana… Hâşâ, Allahın işine karışmak değildir niyetim.
Aslında buna paradoks diyenler de var. Ben fasit daire diyorum. Önce akl-ı evvel kıl… Sonra kurtarıcı ol.
Kim kimi ihdas etti? Bunun başlangıcı neresi? Akl-ı evvel mi… Yoksa kurtarıcı mı? Ben karar veremedim. Varın, siz düşünün.
Kurtarıcının renginin, kokusunun ne önemi var. Sakallı-sakalsız, okumuş-okumamış, asker-sivil, sağcı-solcu… Önemli olan pazarlanma… Kendini pazarlattırma değil mi?
Ama aslında mal belli de… Pazarlayanlar hin.
Eler, beler önünüze koyar. “Al sen bunu kaçırma. Yoksa İngiliz gelir yedi sülalen piçelir… Ya da Cennet sana hayal olur.”
Sonra… Sonrası… Vay bee, atı alan Üsküdar’ı geçmiş.
Bugüne kadar yontup-yontup tapındıklarımız, heykellerini Arap sabunu ile yuduklarımız…
Yetmeyip karşısında hazır ola geçip “sen olmasa idin şimdi kimin çıkartmasıydık” diye salya sümük ağladıklarımız bize ne kazandırdı?
Biz guraba kazanmadı. Aslında kurtarıcılar da kazanmıyor, asıl kazananlara bakıldığında kazandıkları devede kulak. İşin “muhalif giydirmeleri” de cabası… Ne ana kalır… Ne de sülale.
Ama asıl kazananların kimisi Kâbelerde günah çıkarıyor. Gündüz içilen arakın üzerine yenen Karanfil tohumu misali…
Kimisi de Boğazda Ankara’ya karşı tatlı-tatlı geğiriyor.
Hurdası iki bin beş yüz liradan satılan yaldızlı kâğıdın üstüne de viski iyi gider hani.
Bize de riv-riv yapmak düşüyor.



Bu yazı 1125 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



YORUM YAZ

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
SON YORUMLANAN HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
YUKARI