Ömr-hayatım boyunca abilerle başım hoş olmadı.
Bunun nedenini Ulu Meşemin dibinde düşünmedim değil. Zaman-zaman da olsa kendime abi/abiler bulmak çabası içerisinde olmadım da değil hani… Lakin hiç birine yar olamadım. Onlarda bana…
Vaktiyle,
Zamanın abisini “Ağamızı Akçay mevkisinde tantana ile karşılayacağız, haydi… Dediklerinde “o önce teşkilata gelip ne yapıp ne ettiğinin hesabını versin” demek gafletinde bulunmuştum da… Kendimi teşkilat içerisinde “dış kapının mandalı” bile olamadığımı/olamayacağımı anlamam çok uzun sürmedi. Gerçi ağamızın gizli kara listesinde olduğumu bal gibi biliyordum. Fakat bu kadar da ayan beyan cüzamlı gibi benden kaçılacağını tahmin etmemiştim.
Ama onu yirmi yıla yakın abilikten de öte sırtlarında gezdirenlerin merkez tarafından milletvekilliği adayı yapılmadığında; partinin yöresine uğramadığı gibi, teşkilatın kendi üzerine kayıtlı telefonunu da götürdüğünü gördüklerinde, yüzlerindeki ifadeyi görmek bana bir hayli keyif vermişti. Hatta bu keyfe yüz ifadelerim de yetmemiş başka uzuvlarımı da devreye sokmuştum.
Haliyle… Memleketimin aynı anda birden fazla abisi de oldu elbette… Bazen de abilik iddiasında olup yolda kalanlar da oldu. Hepsinin ayrı-ayrı yöntemleri vardı. Kimisi okşayarak yapardı bu işi… Bazıları ise, işine gelmediğinde merkezden “ destur, haddinizi bilin” derdi. Onunla da yetinmez, iyi gününde değilse “yedim lan sizi” bile dediği olmuştu. Yerdi de… Koca- koca marabalarını ufak uşak gibi ağlatır, azarlardı.
Bir de… Birbirleri ile yalandan peşrev çekerler avanelerini kızıştırırlardı. Ağaya sahip çıkmak marabalığın birinci şartı değil de ne ya! Hiçbir tunçtan bir babayiğit çıkıp da… “Babanızın malını mı paylaşamıyorsunuz? Oturun kıçınızın üzerine” diyemezdi.
İşin tuhaf tarafı sanki mecbur değilmiş gibi Ankara’dan kotardıklarına, hallettikleri sorunlara/işlere bakıp dualarımızla onları eler belerdik. Yahu adamı zaten onun için gönderdik demek gafletinde bulunduğunuzda… Hainlik mertebesine süratle terfi ettirildiğiniz gibi, istikbalinizde kararırdı.
“Ama Ankara’da şekerleme yapanlar da var.” Mazeretinin arkasında rakibi karalamaktan çok, ağayı yüceltmek ve kutsamak olduğunu anlardınız. “Ağaya laf ettiğin an bu dünyan karardığı gibi, öbür dünyan da güme gider.” Ne hainliğin kalır, ne dinsizliğin. Üstelik üzerine ikramiye olarak günün moda örgütlerinden birinin yaftası yapıştırılır.
Bir yandan kendime abi ararken, diğer yandan da insan neden kendine abi arar? Sorusunu sordum kendime…
Lakin bu sorumun cevabını geçen gün yazar üstadımızın köşe yazısını okuyana kadar bulamadım her ne hikmetse. Üstat abilerinin cılk çıkmasından dem vuruyor, serzenişte bulunuyordu.
Yakup dedim kendi kendime “abilerden şikâyet et ama abilerden vazgeçme.” Memlekette abi kıtlığı mı var? Birisi olmazsa öbürü olur. Yeter ki Allah abilere zeval vermesin…
Beni bunaltan abilere neden ihtiyaç duyarız? Sorusuna gelelim.
Hâlbuki kendi aklım yetmese bile; Ulu Büyük Dedemin yardımı ve Ulu Meşemin hikmeti bu soruyu çabucak cevaplamama yetmeliydi.
Öyle ya,
Akıldanem Ulu Dedem ile hikmet kaynağım Ulu Meşem her şeye kadirdiler. Bu güne kadar her başım sıkıştığımda onlara koşmam, huşu içerisinde itaat etmem, onların her dediğine “hee” demem yetmemişti.
Acaba yanlış soru mu sormuştum. Nitekim bu sorumu sorduğumdan bir gece sonra Ulu Dedemin gecenin bir vaktinde cinlerini göndermesi… Beni kan ter içerisinde bırakıp “bre hadsiz” demesi gözlerimi açmama yetti.
Her ne kadar evimin direği hayat yoldaşımın “yine tereyağlı pilavı fazla kaçırmışsın” sözüne itibar etmiş görünsem de; asıl nedenin ne olduğunu gayet iyi öğrendim, artık anladım.
Buradan ilan ediyorum, Ulu Dedeme baş kaldırmaya,”yetti gayrı” demeye kararlıyım.
… Ve kendi hür irademle şu soruyu sordum kendime “abiler mi kutsal ya da çok akıllılar… Yoksa işimize geldiği için biz mi “abileri” kutsuyoruz?
Galiba… Galiba değil tastamam bu bizim aklımızın kıt, kıçımızın yamalı olduğundan ileri gelmektedir. Haa bu midemizin ve tabii ki nefsimizin de aç olduğuna delalettir. Nokta.